Rengarenk bir ülkede, siyah beyaz yaşamak...
Pandeminin ne olduğunu internete arattığımda memleketten ayrılışımızın tam 30. günüydü. Evimizden binlerce kilometre uzakta, Hindistan’ın güney ucundaydık. Hatta aratıp, hatların yavaşlığı yüzünden öğrenmek için kilitlenmiş telefon ekranını birkaç defa yenilediğimi, birde üzerine “Pandomim mi yazdım acaba dondu kaldı.” diye espri yaptığımı hatırlıyorum. Ama derler ya hani her şakada bir gerçeklik payı var diye, bende her şeyi ile bizim kültürümüzden çok farklı bir ülkede, bir otel odasında karantinada kalınca anladım buradaki gerçeklik payını. Şu an sanki alın yazımızın bu bölümü, okuyucunun hayaline bırakılmış üç noktalar ya da kapalı kaldığımız duvarların arkasındaki bizleri gösteren kesik çizgiler oluşturmuş gibi hissediyorum. Belirsizlik dolu etrafında. Bazen bir ambulans sesi ile irkiliyorum ama teselli “En azından trafik yok. Hastaneye yetişebilecek.” demekten öteye geçemiyor. Tüm teknoloji arkanda da resmen bir savaş başlatmak istiyorsun buna sebep olan şeye karşı. Dünya üzerinde alınamayan her nefes, sonsuz yolculuğa uğurlanan her birey, arkada kalan her çocuk, işçilerinin güvenliği için fabrikasını durduran her işveren ya da sokağa çıksa bile iş bulamadığı için o gün ailesinin aç uyuyacağını bilen her baba, bu savaşın neferleri olarak arkanda. Top tüfek ne varsa alıp koşmak istiyorsun yardıma, Hastanede ki o fedakâr cepheye. Ama şöyle bir şey var. O kadar küçük ki göremiyorsun. Ciğerlerinde sinsice çoğalmakta ama belki fark edemiyorsun. Ya da taşıyıcı sıfatıyla senide kendine katıyor ve seni habersizce kullanıyor, bilemiyorsun. Tüm dünya arkanda ama içinde bulunduğun fanustan ileri gidemiyorsun… Daha geçenlerde tıklım tıklım olan o caddelerde, ne o Hindistan’ın el emeği desenlerle süslenmiş arabaları geziyor, ne rengarenk yerel kıyafetler giymiş kadınlar yürüyor, ne de envai çeşit sebze ve meyveyi bir arada bulabileceğiniz sokak satıcıları ortalıkta. Geride kalan sadece kapalı dükkanların ışıksız, solmuş tabelaları, şehir tekrar o kızıl ve turuncu duruşunu sergiler durumda. Bu sessizlikte ise en büyük heyecan zamansız indirebilecek muson yağmuru. Pandemi günlerinin en büyük heyecanı sanki. Islanmayı hiç sevmezken, daha ilk damlada açtım pencereleri. Rüzgârda sallanan ağaçların yapraklarını, suların ve rüzgârın sesini dinledim. Bunları hayatımda birçok kez yaşamıştım ama anladım ki insan çaresiz kaldığında bulabildiği her şeye bir anlam yüklemek istiyor.
Düşünün, iletişiminiz sadece kendiniz ile sınırlı olduğunda, aslında olmayan birinden farkınız nedir ki?
İşte bunun korkusuna kapılmamak için insan her gün aynı doğan güneşe, aynı duran toprağa, aynı akan suya anlamlar yüklüyor. Ya da enfekte olup olmadığını, her öksürdüğünde, ya da terlediğinde kendine karşı derin şüphelerle geçirdiğin o zamanların son zamanların olabileceği düşünürken birkaç anıya daha sahip olmak istiyor. Halbuki hayatında kaç defa gelme şansın olur böyle bir diyara, bu kadar eski bir tarihin yollarında, bu kadar çeşitli inanç ve sayısız çoklukta konuşulan dillerin bulunduğu bir coğrafyanın sokaklarında yürümek, şehirlerinde de dolaşmak kaç defa nasip olur?
Şu anda ise seyahat imkanı, algıda mekanı büyütmek için eşyalara taktığımız isimlerden daha fazla değil. Odada ki kütüphane, sanat ve edebiyat ile tanıştığımız Atatürk Kültür Merkezi oldu bize, koltuk takımı sıcak yaz gününde oturup dinlendiğimiz Kızlarağası Hanı.
Bir gün yemekten sonra hızlıca masadan kalkan eşime -sanki çok uzağa gidebilirmiş gibi- gayri ihtiyari;
- Nereye gidiyorsun? diye sordum.
- Gel… Bugün Seyir Tepe’de içelim kahveyi, diye yanıt verdi balkondaki sandalyeleri göstererek.
O günden sonrada salon, artık bizim için çimenlerinde oturduğumuz Alsancak; mutfak da egenin en güzel yemeklerini yediğimiz Urla oldu. Böyle böyle gidermeye çalıştık içimizdeki sıla hasretini.
Comments