top of page
Serhat Yesildag

Anı: Göç

Zamansız kaybettiğimiz tüm büyüklerimize…

Hani vardır ya böyle havanın nemle dolduğu, üzerinize bir şey almaya üşenip, trikonun arasından girecek serin havayı teninizde hissettiğiniz gümüş gri günler. Bende böyle bir günde aldım ölüm haberini. Elimle kulağıma dayadığım telefon, önce yanağımdan sonra parmaklarımdan kayıp düşüverdi yere ve arabanın anahtarını nereye koyduğum bir anda dünyanın en önemli sorusu oldu zihnimde. Belki de dönüş yolunda dikiz aynasında gördüğüm, şakağımdaki birkaç beyaz teli o anda kazandım. Aralarından her gün geçip işe gittiğim tarlalardan hasat edilen pamuğun bir gün bedenini saracak kumaşı da dokuyacağı bir kere bile aklıma gelmemişti. Yine pamuk hasadı zamanıydı. Biçer döverler beyaz tarlalarda gezerken kaybettik seni…

Gündüzleri uzandığın, geceleri yatıp uyuduğun kanepeye oturduğum da nefesin hala oradaydı. Son zamanlarını geçirdiğin yerden izledim, seninle gülüp var olmuş sensiz geçecek günlere ise üzülen insanları.

İnsan aslında birbirini değil hayatı paylaşmayı sever bir başkasıyla. Dokunduğun kendi hayatın değil eşinin hayatıdır. Bu yüzden evlenir, onlarca yıl evli kalır. Ama gün gelir ayırırmış kader onca yıllık sabredenleri, sebat gösterenleri, sevenleri birbirinden. Çocukken akşam ezanı okunduğunda anlardık sokaktaki oyunun bittiğini. Minareden bir daha senin için okunmayacak sözler duyulduğunda anladık gerçekten ne denmek istediğini, hep birlikte çizilmiş resmi artık herkesin kendi boyaması gerektiğini, gerçeğe dönüş vaktinin geldiğini.

Evin kireç beyaz duvarlarında, seni hissetmek için gezdirdim avuç içlerimi, ellerimi. Biz ardında kalanlar odalarda eşyalarda kalan son kokunu kapıştık. Bir kazağın iki kolunu kardeşlerimle bölüştük.

İçinde gezdiğimiz odalar meğer biz küçükken büyükmüş, insan ağlayanlara omuz verdiğinde büyürmüş. Sensiz kaldığımızda öğrendik.

Soğuktu hava. Herkes bir köşede. Bahçede bir ateş yakıp eski tahtalardan, etrafına toplanalım desek, şimdi yıkılmış evi yaparken çaktığın, her adımda gıcırdayan, zamanla kırılmış tahtaların arasında ki emeklerin aklımıza gelir yine yapamazdık.

Cenaze arabası seni kabrinde görmeye hazır olmayan ve belki de hiç olamayacak olanlar için evin önüne yanaştı. Omuzlar dik durmaya çalışsa da tutmadı, dayanmadı boyunlar. Ellerimizi yüzümüze sürdükten sonra toprakta biriken gözyaşımızı gördük ama çelik tabutun içinde seni getiren araba tekrar uzaklaşırken başımızı kaldırıp gitme diyemedim, diyemedik. Hiçbirimiz ne vakti ne zamanı bir urganla bağlayıp geri çekemedik. Bunun yerine yürüdük hep birlikte o musalla taşına.

Son nöbeti tutmak için bir parçasını da seninle gömenler ayak ucuna baş ucuna dikildi. Eller değdi kulaklara, önce sağımızda sonra solumuzda seni ararken kendimizi kabristanda bulduk. Koca kepçe bir yanda, kazma kürek bir yanda. Çelik tabut omuzdan omuza indirildi, beyazlara sarılmış bedenin nazikçe toprağa değdirildi, sağ yanına yattığında başının altına toprak ittirildi. Döşendi tahtalar ve dolaşmaya başladı kürekler elden ele. İki ibrik su döküldü kabre. Biri bir mirasının, diğeri öbürünün elinde.

Seni başucunda büyüyen çam ağaçlarının gölgesine saklayıp geri döndük. Oturup bahçede civciv otlatacaktık daha, asma yaprak yapmadan budayıp, yorulduğumuzda bir bardak çay içecek, yoldan geçenlere kusur bulup eğlenecektik. Henüz bu kadar derin düşünceye hazır değildik biz. Ama belli ki bir şeyi yapabilmek için önce Zaman’la aynı fikirde olmak gerekmiş. Gökyüzünden yer yüzüne inebilen ışık, bazen gömüldüğü yerden de göğe yükselirmiş. Bütün gece dirseklerimiz dizlerimizde, başımız ellerimizin arasında öğrendik, öğrendim.

Ama biliyor musun? Değişmeyen bir şey var hayatta, oda dinlemenin verdiği haz. Sen hayattayken koca bir ömrü senden dinlemek kadar, seni dinlemekte güzel insanlardan, gözleri etrafta seni ararken, zihinlerinde, anılarında seni bulanlardan...
38 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page