top of page
Serhat Yesildag

Öykü: Umutlu Kadınlar, Umutsuz Yarınlar


Trenin gelmesine birkaç dakika vardı. Köylerden geçen trenler inecek ya da binecek bir yolcu yoksa istasyonlarda durup beklemedikleri için Fatma oturduğu banktan kalkıp raylara yaklaştı. İstasyonda kendisi haricinde bir tek az önce bilet almaya çalıştığı görevli vardı. Adam bileti kesmeye çalışırken dikkatli dikkatli Fatma’nın yüzüne bakmış, kim olduğunu anlamaya çalışmıştı. Biletin üzerine yazmak için adını sorduğunda Fatma’nın içini bir telaş kapladı. “Benim biletim varmış!” deyip arkasını döndü, raylara doğru yürüdü. Adam çıkartamamış olmalıydı ki, çaktırmadan rayların etrafında gezinir gibi yapıyor, gözlerini dikmiş uzaktan bakıyordu. Biletçi kendisine doğru ileri geri yürüdükçe, Fatma yüzünü saklamaya çalışıyor ondan uzaklaşıyordu. Artık rampanın ucuna gelmiş daha gidecek yeri kalmadığında uzakta trenin ışığı göründü. Ardına dönüp baktı ama kimse yoktu, rahat bir nefes aldı. Tren yaklaştıkça doğan günün alacakaranlığında kendisini görmeden geçer diye Fatma elini sallamaya başladı. Bu trene binmek Fatma için bir hayat memat meselesiydi. Demir tekerlerin fren sesini duyduğunda içi rahatladı, tren yaklaşıp rampanın yanında durdu. Fatma karşısına çıkan ilk vagonun kapısını açtı, önce örgü çantasını içeri fırlattı, sonra basamaklardan çıkıp vagona bindi. Arkasından kimse gelmesin diye de kapıyı hemen kapattı. Eğer meraklı biletçi gelmeye çalışırsa içerden vagonun kapısını tutacak, gelmeye çalışanı kapı sanki kilitli gibi kandırmaya çalışacaktı ama buna gerek kalmadan düdük sesi duyuldu, demir tekerler bir daha raylar üzerinde dönmeye başladı.

Vagonun dar koridorunda ilerleyip boş bir kompartımana girdi, cam kenarına oturdu. Yolculuk başlamıştı artık Fatma için. Birçok defa bu rayların etrafındaki tarlalarda çalışırken geçen trenleri görmüş, binip gitmenin hayalini kurmuştu. Varacağı, gezip göreceği yerleri düşündükçe zaman daha çabuk geçer; çapasını sallarken, ot yolarken, hayvanları otlatırken hava daha çabuk kararırdı.

Şimdi ise tekrar okulun ilk günü gibi heyecanlıydı. Gerçi bu heyecan çok sürmemişti Fatma’nın hayatında. Okumayı söker sökmez arkadaşlarından ayrılmış, okuldan alınmıştı. “Okuması bile yeter, yazmasına gerek yok” denilmişti onun için. Tadı damağında kalmıştı teneffüslerin, okul bahçesinde öğretmenin anlattığı oyunların, arkadaşların. Ovada ne teneffüs ne de çamura sopayla bir şeyler çizmek dışında oyun vardı. Ne güzel olurdu kutu kutu penseyi sınıftaki tüm çocuklar el ele tutuşup oynasa, ne güzel olurdu tüm aile bir oda da oturabilseler, ne güzel olurdu…

Fatma ilk defa bir trene biniyordu. Daha önce binenlerden, gidip gelenlerden çok dinlemişti ama ilk defa bir şehre doğru yol alıyordu. Gideceği yerin adını, adresini bir takvim yaprağının üzerine yazmıştı. Çünkü, olurda bir sebepten yırtıp atsa evde dikkat çekmeyecek tek kâğıt parçası bunu bulabilmişti. Örgü çantasının iç ceplerinden birine kaybolmaması için iğnelediği kâğıdı kontrol etti, hâlâ oradaydı. Trenin hızlanmasıyla artık kapıyı bırakıp koridorda bir ileri bir geri baktı, vagon çok uzundu. Ön tarafa doğru yürüyüp kapısı açık boş kompartımanlardan birine girdi, cam kenarına oturdu. Raylar tepelerin etrafında kıvrıldıkça kompartımanın camından güneş giriyor, Fatma’nın stresten kasılmış omuzlarını ısıtıyor, gevşetiyordu. Kendisine ilk görücü geldiği zamanı hatırladı. O zamanda kendisini heyecana kaptırmış, sırtı tutulmuştu. Bu yüzden kahveleri dağıtırken eğilememenin verdiği rahatsızlık daha sonra kendisine hatırlatıldığı zamanların yanında devede kulak kalmıştı. Bir anlığına kendisini bu tatsız anıya kaptırmış olsa da neredeyse vagonun camlarına değecek çiçek açmış ağaç dalları aklını çeldi.

Örgü çantasını yanına koydu, alt kısmına yerleştirdiği birkaç parça yiyeceği çıkartmak için önce şişleri, sonra kalın yün iplerin altına sakladığı bir elbisesini çıkartıp yandaki koltuğun üzerine bıraktı. “Temiz hava insanı acıktırıyor” diye geçirdi aklından. Camın altına sabitlenmiş sehpanın üzerinde ekmeğini bölüp birkaç zeytinle yemeye başladı. Camın önünden geçen kayaların, yaprakların, direklerin bir anda görünüp kaybolması ama uzaktaki ağaçların, tepelerin, tarlaların yavaş yavaş arkada kalması çok tuhaf gelmişti. Yüzünde bir gülümsemeyle bu ikilemi düşünmeye başlamış, dışarıyı izliyordu.

Kompartımanın kapısı açılınca içeriye demir tekerlerin makaslar üzerinde çıkarttığı sesler doldu. Fatma irkilip ağzındaki lokmayı boğazına kaçırdı, birkaç defa öksürdükten sonra kendisine geldi. Örgü çantasını iki eliyle tutup battaniye gibi üzerine çekmiş kapıdaki adama bakıyordu.

- Biletler?

Gelenin sorduğu sorudan ve üzerindeki formasından biletleri kontrol eden kişi olduğu anlaşılabiliyordu. Anlatanlardan bu kişiye biletin gösterilmesi gerektiğini öğrenmişti ama trene biletsiz binildiğinde ne yapılacağını bilmiyordu. Ayıp bir şey yapmış gibi kendisinden utandı, bir şey söyleyemeden adamın gözlerinin içine baktı.

- Duymadın mı hanım? Bilet dedim.

- Benim biletim yok.

- E ne demeye buradasın o zaman.

- Treni kaçırmayayım diye bilet alamadım.

- O zaman cezalı bilet alman gerek.

- Tamam, nereden alırım?

Kondüktör Fatma’yı baştan aşağı süzdü. Fatma üzerindeki günlük kıyafetlerinden utanıp bakışlarını yere indirdi. Evden çıkarken görülse bile dikkat çekmek istememiş, tarlaya giydiği kıyafetlere çeki düzen verip üzerinde onlarla yola düşmüştü. Daha sonra üzerini değiştirmeyi düşünmüş ama gezmeye giderken giyilebilecek sayısı çok olmayan kıyafetleri örgü çantasına sığmamıştı. Adam Fatma’nın verdiği cevaptan bu durumla ilgili çok bir şey bilmediğini anlamıştı. Başını kompartımandan çıkartıp etrafta gelen giden olmadığından emin olduktan sonra konuşmaya devam etti.

- Ben keserim sana cezalı bilet. Ama biraz pahalıdır. Belli ki çok paran yok senin. İstersen başka şeylerde düşünürüz. Hem paranda cebinde kalır.

Fatma adamın tavırlarından neyi kastettiğini anlamış, buz gibi olmuştu. Az önce güneşte ısınmış bedeninden eser yoktu. Adam tekrar dışarıyı kontrol edip eliyle ağzının kenarlarını sildi, sessiz kalan Fatma’ya doğru bir adım atmak üzereydi ki, Fatma yeleğinin cebinden bir tutam para çıkartıp kondüktöre uzattı.

- Buradan al ne kadarsa!

Adam bir avuç parayı görünce şaşırmıştı ama Fatma’yı biraz daha sıkıştırmak istedi.

- Ama bak ben bunu alırım almasına ama cezalı biletler kompartımanda gitmez. O kadar yolu koridorda mı gideceksin. Bak hem burda açılan yatakta var, mis gibi.

Fatma’nın bu sefer gözlerini yerden kaldırmayışının sebebi karşısındaki ölüsü beş para etmez insanın yerine utanmasıydı. Hışımla yerinden kalkıp koltuğa koyduğu elbisesini, yünlerini çantasına geri koydu, elindeki şişleri adamın göğsüne saplamak istese de parayı uzatıp kompartımandan dışarı çıktı. Adam parayı Fatma’nın elinden kapar gibi alıp cebine atmıştı, para üstü vermedi, vermek için de uğraşmadı. Kondüktör koridorda geldiği yöne doğru yürüdü, Fatma’da aksi yönde ilerleyip vagonun sonundaki kapının yanına, basamaklara oturdu. Kapıyı açıp atlamak geldi içinden ama gösterdiği sabra yazık olacağını düşünüp vazgeçti. Hırsından gözleri dolmuştu…

Fatma kapının üzerindeki küçük camdan bakıp geçtiği diyarları izlerken saatler geçirmişti. Ardından vagonlar arasında gelip geçenlerin seslerini duyuyor, adımlarını oturduğu yerde hissediyordu ama olurda yine o kondüktörle göz göze gelirse diye başını o küçük camdan başka bir yere hiç çevirmedi. Sabah boğazında kalan lokma dışında bütün gün ne yemiş ne içmiş oturduğu yerden hiç kalmamıştı. Aklı kompartımanın sehpasında bıraktığı ekmekle zeytindeydi ama tekrar o adamla göz göze gelmeyi düşünemiyordu bile.

İçinden sürekli “az kaldı, az kaldı…” diye geçirirken tarlalar, tepeler yerini yavaş yavaş küçük evlere, elektrik direklerine bırakmaya başlamıştı. Akşamüzeri çökmeye başlamış, sokak lambaları yanmıştı. Şehrin içinden geçerken gördüğü caddelerden herhangi birinde gördüğü insanlar bile, geldiği yerdeki insanların hepsinden fazlaydı. İçini bir sevinç kapladı, ayağa kalkıp beklemeye başladı.

Frenleyen trenin çaldığı her düdükte Fatma’nın içi kıpırdıyor, çocukluğuna, her şeyden öncesine dönmüş gibi oluyordu...

“Vakti geldi” dedi. Hemen arkasındaki lavaboya girip üzerindekileri çıkarttı, örgü çantasının içindeki elbisesini çıkartıp üzerine geçirdi. Başındaki yazmayı çıkartıp saçlarını taradı. Aynada kendisini gördüğünde uzun zamandır ilk defa gözlerinin gülümsediğini fark etti. Çıktığında tren çoktan peronlara girmiş, durmuştu. İnsanlar vagonlardan iniyor ellerinde valizlerle istasyona doğru bir kalabalık grup yürüyordu. Fatma’da kalabalığa karışıp vagondan indi, istasyonun dışına çıktı. O zamana kadar gazetelerde, fotoğraflarda gördüğü derya şimdi önüne serilmiş, rüzgârda dalgalanıyordu. Betona çarpan bir dalganın suları yüzüne değdiğinde hissettiği deniz kokusu artık onun için özgürlük demekti. “Özgür günler başladı” diye geçirdi içinden, daha birçokları olacağını düşünüp; oyalanmadan, gece çöküp karanlık olmadan varması gereken yere doğru yola koyuldu. Garın önünde gördüğü ilk taksinin koltuğuna oturup avucunda sıkı sıkı tuttuğu kâğıdı, şoföre uzattı.

Şoför önce kâğıtta yazan adresi okudu. Bu kadar uzak mesafeyi gidecek bir müşteri bulduğu için sevinmişti. Arabayı vitese takıp yola koyuldular. Yol çok uzayınca şoför radyoyu açtı. Konuşan muhabir bir haber anlatıyor, yıllar önceki bir sözleşmenin iptalinden, ödeneklerden, kesintilerden bahsediyor, başka bir adam sözünü kesip sözleşmeyi destekleyenlere veryansın ediyordu.

Taksici radyonun sesini kıstı, dikiz aynasından Fatma’ya bakıp “Sen üzerine alınma abla bunları” dedi. Fatma’nın konuyla ilgili zaten en ufak bir fikri yoktu. Ne sözleşmeyi biliyor ne konuşanları tanıyordu. Bunun yerine başını cama dayamış geçtikleri yolları, evleri, ilk defa gördüğü insanları izliyordu. Kalabalık sokaklarda kadınlar, erkekler yan yana el eleydi. Duraklarda birlikte bekliyor, aynı otobüse biniyor, yan yana oturuyorlardı. Yanından geçtiği kocaman binalar annesinin elinden tutmuş gezen küçük bir kız çocuğu kadar dikkatini çekmiyordu. “Artık bitti” diyordu içinden. Artık sabah akşam evin diğer kadınlarından, kumalarından yediği azar olmayacaktı. Ya da adet gördü diye onu haftasına nişanlayan ailesinden de uzaktaydı. Yaşıtları saçlarına kurdele takarken gelinlik duvağının altında ağladığı günde çok geçmişte kalmıştı. Zaten o ağlarken bunu kutlayan kimseyi bir daha görmek istemiyordu. Daha çocukluğunu yaşayamadan kendisinden kadınlık beklenen o günlerde kocasının kulağından çekerek cezalandırdığı küçük kız çocuğunu da bu yolculuğa çıkarken toprağa gömmüştü. Kendisini kaptırmış, şehri izlerken kalbindeki bütün çivileri söküp izlerini kapatmaya, unutmaya hazırdı.

Taksici arabayı kenara çekti, daha ne kadar tuttuğunu söylemeden Fatma cebindeki tüm parayı çıkartıp uzattı, kapıyı açıp arabadan indi. Onu son yolculuğuna getiren taksici bir daha görünmemek üzere cadde de uzaklaştı. Yüksek duvarlarının, demirli kapısının ardında tabelası okunabiliyordu.

“Kadın Sığınma Evi”

Fatma kapılara yaklaştı ama içine sinmeyen bir durum vardı. Binanın hiçbir penceresinde ışık yanmıyordu. Taşlı yolu yapraklar neredeyse kapatmış uzun zamandır süpürülmemişti. Fatma iki eliyle bahçe kapısının demirlerine sarıldı ama demir kapıya asılmış zincir, kilit geçit vermiyordu. İçeride birine ne kadar sesini duyurmaya, fark edilmeye çalıştıysa da yalvarışını, yakarışını duyan kimse yoktu. Bina boştu.

Elleri demirlerden, gözyaşları yanaklarından süzüldü...

Buraya kadar tüm umutları cebinde gelmiş ama yol iz bilmediği, insan tanımadığı kocaman bir şehirde yapayalnız kalmıştı. Gölgelerden yaklaşan iki adam Fatma’nın koluna girdiler. Artık ne direnmeye ne bir engeli daha aşmaya ne de savaşmaya gücü yoktu. Onlarla birlikte yürüyüp beyaz, eski model bir arabanın arka koltuğuna oturdu. Adamlar koluna girdikleri gibi arabada da iki yanına oturdular. Günün sabahında eve ulaşan tüm kader arkadaşları gibi kendisi değil örgü çantası oldu…

22 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Комментарии


bottom of page