top of page
Serhat Yesildag

Öykü: Vicdanın Askeri - 2. Bölüm


Gün ağarıyordu. Mehmet’in ne ellerinde ne kollarında ne de bacaklarında hal derman kalmamıştı. Yüzü gözü is içinde alevi sönmüş, tüten odunların önünde ellerini dizlerine koymuş oturuyordu. Uzaktan biri görse Mehmet’i namazının son rekatını kılıyor zannederdi. Ağlasa ağlayamıyor, kalksa kalkamıyordu. Nereye gideceğini ne yapağını bilmiyordu. Açlıktan elleri titrer gibi olmuş, alevler sönünce vücudunun sıcaklığı geçmiş, ortalık serinlemeye başlamıştı. Güneş Doğarken etraflarındaki dumanda, siste dağıldı. Artık geceden geriye kalanlar daha net görülebiliyordu. Simsiyah bir yığın ve Mehmet’in kıvılcımları söndürürken yere ayağını vurmasıyla bıraktığı ayak izleri. Yangını soba başlatmış olamaz diye düşündü. Çünkü çıkarken soba zaten ılımıştı, içindeki kütük için için yanıyordu. Zaten niyeti soba sönmeden önce yatıp uyumaktı. Büyük ihtimalle dağ yoluna bakmaya giderken yataktan kalktığında ağzındaki sigaranın külü ot şilteye düşmüş, kuru otlar kav gibi tutuşmuştu. “Zaten gerisi malum…” dedi kendi kendine. Kulağına birkaç nal ve koyun çanı sesi gelmişti. Olduğu yerden fırlayıp yanan kulübenin arka tarafında kalan ağaçların arasına daldı kayaların arkasına gizlendi. Aşağıyı görebileceği bir yükseltiye çıkıp etrafı izlemeye başladı. Sesler git gide yaklaştı, bayırın tepesinden ilk çıkan muhtar ve atı oldu. Daha sonra koyun köpekleriyle köyün çobanı geldi. Biraz ardından elinde kazma kürekle yayan köylü kulübenin etrafını sardı. Çok sayıda olmasalar da bir arada durdukları için bir şey için toplanmış bir kalabalık oldukları belliydi. Kalabalığın arasından bağrış çığrış içerisinde bir kadın fırladı, dumanı yeni kesilmiş kulübeye gitmek adım atmak istedi ama köylü kadını tutup izin vermedi. Millet ellerinden kollarından tuttukça kadın kendisini yerlere atmaya çalışıyor, başını bir o yana bir bu yana sallıyordu. Avuçlarını sıkmış etrafındakilere “Bırakın! Bırakın!” diye bağırıyordu. Mehmet’in içi parçalandı. Üzerindekileri parçalamaya çalışan, başındaki yazmayı bir kenara fırlatıp ak saçlarını yolan bu kadın annesinden başkası olamazdı. Mehmet kendisini taşların üzerine bıraktı, dizlerinin bağı çözüldü, bakmaya dayanamadı. Onu bir yıldır burada saklayan sırtında erzak getirip köylü şüphelenmesin diye köye geri odun taşıyan annesi, annesi şimdi onu yanarak öldü biliyordu. Bir an yerinden kalkıp “Buradayım! Sağlamamım! diyecek oldu ama bütün köy kulübenin küllerinin etrafına toplanmışken böyle bir şey yapsa ölmekten beter olurdu. Harpten kaçtığı için kendisine hain, çiğ süt emmiş, deyyus, korkak diyenlerin bakışları gözlerinin önünden geçti. Ama annesinin kendisini öldü zannetmesine de gönlü elvermiyordu. Ne yapacağını düşünürken bağrışmalar kesilmiş, tüm köylü yanan kulübeyi bırakmış kadıncağızın etrafına toplanmıştı. Mehmet kayaların ardında yürümeye başladı. Annesinin ayılıp kendine gelmesi biraz daha sürerdi. Onlar orada oyalanırken ağaçların arasındaki patikalardan köye gitmeye karar verdi. Tüm köylü buradaysa kahvehane de varsa yoksa bir iki yaşlı vardır onların da gözü zaten görmez diye aklından geçirdi. Dün gece omuzundan düşen aba ve baltası aklına geldi. Koşarak geri dönüp önce fırlattığı baltayı buldu. Karanlıkta nereye attığını tam görmemişti ama babasıyla buralarda küçüklüğünden beri çok zaman geçirmişti. Başka bir yerde olsa kaybolur giderdi ama dağ başını mihengi alabildiği her yerde Mehmet yolunu bulur, nerede olduğunu bilirdi. Baltasını da abayı da eliyle koymuş gibi bulup, çalıların arasında koşturmaya devam etti. Açlık Mehmet’i iyice yormuştu. Midesi sırtına yapışmış gibi hissediyor, elleri titriyordu. Daha önce taşıması hiç zor gelmemiş baltasını elinde tutmaya ilk defa zorlanıyordu. Birkaç kere elinden düşürdükten sonra sapını kuşağının altından geçirdi, ayakları birbirine dolanmaya başlamıştı. Bir eliyle olur da düşerse karnına batmasın diye keskin ağzını da eliyle tutuyor, diğer eliyle başındaki kumaşı peçe gibi yüzünde tutuyordu. Köy en az yarım günlük yoldu. Eğilmekten yorulmuş beli doğrulmuyordu. Bir de üstüne üstlük aklında kendisinden önce köye varabilecek atlı bir muhtar vardı. Yolda onu görürse attan daha hızlı koşamayacağı için -şu an zaten bırak attan hızlı koşmayı, insandan bile hızlı yürüyemiyordu- bir yere kaçamayacağı kesindi. Memleketin şu zor zamanında kaçtığı öğrenilse, duyulsa millet yüzüne tükürmek için kapıda sıraya girerdi. Peki, ya anlatsa durumu… Köylü ne bilecekti bir baba kaybetmeyi, ardında ağlayan bir ana bırakmayı kimden görecekti. Elbette onu haklı bulurlar bağırlarına basarlardı. Hatta belki biraz yalvarsa muhtar inzibata gidip “Bu oğlan dağlarda kaybolmuş, yeni bulundu. O yüzden askere gelemedi” der miydi? O esnada kendisi de lafa karışır “Babam ağaç altında kaldı, anam hasta” dese acaba muaf kalır mıydı vazifeden? Çavuş onu salar mıydı? Kendine bu soruları sorar sormaz aklına kendi dağa kaçmadan birkaç ay önce harpte şehit düşen bir köylüsü geldi. Tanırdı da bu oğlanı, aralarında yaş farkı vardı, Mehmet ona abi derdi ama köyde birlikte büyüyen genç çok olmadığı için akran sayılırlardı. Kendinden büyük olduğu için önce evlenmiş, komşu köyden telli duvaklı gelin almıştı. Daha senesi dolmadan ilk çocuğunu sevmiş, ardından gelini ikinciye hamile kalmıştı. Onun doğumunu beklerken geldi celp. Haftasına da imamın duasını alıp cepheye doğru yola düştü. Birkaç mektubu yeni gelmişti. Mektuplarında uzak illerde gördüklerini anlatır, kahvede köyün temsili, cephenin aslanı diye anılırdı. Ama kesildi mektupların ardı, merak kaygı bir telaş aldı tüm köyü. Bir zaman sonra da haberi gelmişti. Anlattığı uzak illerde şehit düşmüş. Bedeni hiç bulunamamıştı. Gelini üzüntüsünden dile gelmiş, “Garibim, naçarım, ellerde mezarsız, çocukları bahtsızım” diye ağıt bile yakmıştı. Daha kimse bilmezken bile utancından, pişmanlığından başını yerden kaldıramıyor, pişmanlığı içinde dün yanan kulübe gibi kor oluyordu. Zaten kaçtığı için bütün vicdanı bulut gibi üzerine çökmüş, bir de hala anasını bahane edip kendini vazifeden caymayı düşünürken, köylünün affını alacağını ümit ederken bulmuştu. Mehmet dudağını ısırmış, ellerini sıkmıştı. Sözde görünmeden köye girmeye çalışırken köyün ortasından yürüyüp evlerinin önüne geldiğini bile fark etmemişti. Onu yabancı sanan bir köpeğin havlamasıyla irkildi, kendine geldi. Önce nerede olduğunu çok şaşırmış, sonra can havliyle kendini bahçe kapısından içeri atmıştı. Kalabalıktan önce varmış, köyün içinde kimseyle karşılaşmamıştı. Yoksa birisi kesin bu başında abayla gezen yabancıyı çevirir “Kimsin? Nesin?” diye sorardı. Baharın ilk günleri olsa da hava soğuk olduğu için dışarda yapacak iş olmayınca köyün kadınları da evlerinden dışarı çıkmamıştı. Kapıdan elini çektiğinde üzerinde bıraktığı kan lekesini gördü, avucuna baktı. Belli ki farkında olmadan yaptığı tek şey eve kadar gelmek değildi. İçeriye doğru yürü. Bahçe kapısı eve göre biraz yukarıda kalıyordu. Yağmur yağdığı zaman bütün su ev girişinin önünde birikir, bahçenin kalanında çimenlik yeşil bir görüntü olmasına rağmen burası hep çamur ve ıslak olurdu. Kışın evin önündeki asma kurusa da hava serin olur toprak kurumaz, yazın asmanın yaprakları güneşi keser ıslaklığın gitmesini engellerdi. Her yağmurda ellerinde tasla, kovayla yağmur taşıp içeriye girmesin diye ana oğul tas tas suyu bahçe duvarının üzerinden öteye dökerlerdi. Bu akıntının rahatça gidebilmesi için buraya bir gider yapmak babasının evde yaptığı son icraatlardan olmuştu. Birkaç kulaçlık bahçe attığı her adımda özlediği kokuyu Mehmet’in burnuna biraz daha getirmiş, mutfaktaki tel dolabın, içindeki yağın, tavandaki eskimiş ahşapların, sobanın, kenardaki taş fırının, çamurla karışık duvardaki samanın, üzerindeki kirecin kokusu sarmıştı burnunu. Kaçarken onunla gelemeyen şeylerin neler olduğunu şimdi anlıyordu. Bütün bunları bir kerede hissetmek ağır gelmiş olmalıydı ki nefes alışverişleri sıklaşmış, dudakları bükülmüştü. Evin tahta kapısını ittirip içeri girdi. Odalarda birikmiş sıcak hava dışarı kaçmak isterken demin duyumsadığı her şeyi şimdi başından aşağı dökmüş gibi etrafını sardı. Ev iki göz odalıydı. Büyük olan odanın dolabında Mehmet’in, öbüründe annesinin eşyaları dursa da soba bu odada kurulu olduğu için ana oğul kışları burada yatardı. Annesinin yattığı döşek aynı yerde serili duruyordu. Yatak yorgan birbirine karışmıştı sanki içinden çıkanın arkasından gitmek ister gibi odanın ortasına kadar gelmişti. Mehmet’in eskiden yattığı tahta sedir ise boştu. Sedir oturdu, elleriyle eskiden yattığı yeri, kenarda duran yastığı sevdi. Sağ omuzu üzerine yatıp, baltasını sedirin altına bıraktı, ellerini bacaklarının arasına koydu. Pencereden dışarda sallanan kuru asma dallarını izlerken uyuya daldı. Sıkıntı basıyordu Mehmet’i, o kadar yorulmuştu ki ne kâbus görürse görsün rüyada olduğunu biliyor ama biraz daha dinlenmek için gözlerini açamıyordu. Rüyasında elinde kocaman bir mataraya annesi şeker katıp Mehmet’e uzatıyor ama suyun şekerli değil de tuzlu olduğunu fark edince karnına ağrılar girdiğini görüyordu. Kollarıyla kendine sarılmış, bacakları kaskatı kesilmişti. Üzerinde yattığı tahtalardan tek farkı başına sonuna çakılmış bir çivi olmamasıydı. Gökyüzünden inen şimşek gibi bir el Mehmet’in yüzünde patladı. Fal taşı gibi açılan gözleriyle görebildiği tek şey gelen ikinci tokat oldu. Ne olduğunu anlayamadan doğrulmaya çalışırken bunu üçüncüsü ve dördüncüsü takip etti. - Köpek… Köpeğin oğlu! Ne işin var burada. Nasıl yakarsın kulübeyi! Kahrolasıca! - Ana dur! Vurma dur. Gözünü seveyim dur. Bilerek yapmadım dur! - Bilerek yapmadın ha! Nasıl yaptın o zaman gökten melekler inip şunun kulübesinde keyif çatalım derken sobanın altını mı açık unutmuşlar! Nasıl! - Bilmiyorum ana. Dur bi vurma artık. Ne olur vurma artık. Bak bi yıl sonra karşındayım bir laf ettir. Ne olur vurma artık! Mehmet’i son cümlelerini söylerken annesinin kollarını tutmuş, belli ki hep baltayı sallamaya alışkın elleri, yaşlı kadıncağızın kollarını biraz fazla sıkmıştı ama henüz hıncını alamayan annesi Mehmet’i bir hışımla savurup kollarını kurtardı. Gidip pencerenin altındaki döşeğine oturdu. Yerdeki yorganı yüzüne bastırıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İçinde atmak istediği çığlık sevincinden mi üzüntüsünden mi belli olmuyordu. Mehmet babası öldükten sonra ilk defa annesinin ağladığını görüyordu. İçin yandı, tahta sedirin üzerinden inip annesini ayaklarına kapandı. - Anam benim canım ana ne olur yapma üzme kendini bak kavuştuk yine. Üzme kendini ben burdayım. Kızacaksan yarın kız öbür gün kız canım anam. Çok özlemişim seni. Dayanamam ağlamana, kıymam üzülmene canım anam. Bir yıl sonra kavuştuk ne olur ağlama artık. - Sen benim sabahtan beri ne halde olduğumu biliyor musun da ağlama diyorsun. Birinizi düşen ağacın altında birinizi yanan ağacın içinde kaybettim diye kaç defa öldüm öldüm dirildim. Sen ne anlarsın ana yüreğinden bre deyyus ne anlarsın arda kalmaktan ne anlasın. - Anlamam anam ama gördüm ne çektiğini. Sen kulübenin külüne atlamaya çalışırken, başındaki yazmanı atıp, entarini döverken seni hep gördüm. Yukardaki kayadan izledim zaten sonrasında içim dayanmadı üzüntüne. Mektup yazsam, haber göndersem taşıyacak kimsem yok mecbur bende çıkıp geldim anam arkada kalma diye. Yalnız olma diye. Mehmet’in annesi biraz olsun anlaşıldığını duyunca yüreğinin yükünü paylaşmış gibi olmuştu. Kadıncağız yüzündeki yorganı indirdi artık hıçkırmıyordu ama gözlerini de yerden kaldıramıyordu. Dayanamayıp sordu. - Aç mısın? - Kurt gibi anam. Canavar gibi…


***

Mehmet’in elindeki tahta kaşık yer softasının üzerindeki bulgur pilavına her dalışında yediği yemek boğazına duruyordu. Geldiğinden beri neredeyse bir dere su içmişti ama ne boğazındaki düğümü çözebilmiş ne de içindeki pişmanlığın ateşini söndürebilmişti. Annesi avucunun içiyle yanağını okşasa belki içtiği sular şelale olup gözlerinde boşalacaktı. Bugün bahçeden içeri girdiği gibi geçen sene aceleyle çıktığı kapı, küçükken ayağı takılıp düştüğü eşik, anne yemeğinin kokusu… Hepsi içindeki duyguları koca bir ağaçtaki kuş sürüsü gibi havalandırmış ele avuca sığmaz şekilde etrafa yaymıştı. Gem vurduğu duyguları kanatlanmış, önünde durmak mümkün değildi. Yemek boyunca konuşmamış başı önde düşünmüştü. Hissettikleri özleminden mi yoksa vicdanından mı geliyordu bilmeden; eli çalışıyor, ağzı çiğniyordu ama gözlerinin ardında düşünceler girdap olup gidiyor Mehmet aklındaki anaforda kayboluyordu. Durgunluğu annesinin gözünden de kaçmamıştı ama sersemlemişliğine verdi oğlunun. Koca sene dağ başındaki kulübede bir başına yaşamış insanın sofraya oturup da normal olmasını beklemek olmaz diye düşündü. Ana oğul sofradan birlikte kalktılar. Annesi tepsiyi kucaklayıp götürdü, Mehmet sofra bezini, rahleyi aldı. Eşyaların yerini unutmamış olmak az da olsa kendisine geri döndüğünü, dönebildiğini anlatmıştı. Sedirin üzerine oturdu, cebindeki tabakadan bir dal sigara çıkartıp gaz lambasının alevinde ucunu tutuşturdu. Yangından korkup gaz lambasıyla, sobanın aleviyle oynamamasını babası her ne kadar sıkı sıkı tembihlemiş olsa da kulübenin durumunu düşününce bu öğüdün bir hükmü kalmadığı aşikardı. Annesi gelip karşısına oturdu. Mehmet dumanı üflerken söze daldı. - Nasıl oldu? Nasıl yandı kulübe? İyi içinden çıkabilmişsin. - İçinde değildim ana. - E nasıl yandı kulübe? - Soba kül atmış dışarı. - Mehmet deli etme insanı. İçinde değildin de nerdeydin? Hiç mi görmedin yandığını koça kulübenin? Hem gecenin köründe dışarda ne işin vardı? Mehmet durup düşündü. Sigarasından bir nefes daha çekti, yüzü aydınlandı. Olduğu gibi anlatmak istedi önce ama annesinin söyleyeceklerini şimdiden duyar gibiydi. Sorumsuz diyecekti, babandan kalan dört duvarı nasıl yakarsın, şimdi nerede saklanacaksın, köylü seni görse evimizi taşlatır diyecekti. Düşünürken bile Mehmet’in yüreği yorulmuş ciğeri sigara dumanının altında kalmıştı. Lafı uzatıp tartışmaya ya da yalan söylemek için kafa yormaya gücü yoktu. - Seniz özledim. Merak ettim, deyiverdi birden Mehmet. Yalan da sayılmazdı. Gecenin kör vaktinde dışarıda oluşunun sebebi anasının başına bir şey geldiyse kurda çakala yem olmadan onu bulmaktı. Annesi konuşurken öne doğru eğilmiş Mehmet bir ters, bir hatalı laf etse yine tokadı yüzüne giydirecek gibi duruyordu ama Mehmet’in ağzından çıkan son sözü duyduktan sonra geriye doğru yaslandı. Annesinin anlattığına göre kulübenin dumanını dağda ilk çoban görmüş, bir gariplik olduğunu anlayıp koşup köye gelmişti. Çoban muhtarı uyandırıp anlatmış, muhtarda ormanda yangın var diye atına atlayıp bütün köyü ayağa kaldırmış. Kazmayı, küreği, urganı kapan düşmüş yola ama dağda kaybolmaktan korkunca Muhtar atıyla geri dönüp oduncunun hanımını uyandırmıştı. Yoldaki köylünün yanına gelince hep birlikte yayan devam etmişlerdi. Ne olur ne olmaz, yaralı taşımak gerekir yolda yük taşımak gerekir diye muhtar atı yormak istememişti. Çoban muhtemel bir yer görünce işaret ediyor, Muhtar ata atlayıp gidip önden bakıyordu. Böyle birkaç yer gezdiler ama gece vakti kendi kendine yanıp tutuşabilecek çok bir yer yoktu. Bu yüzden yaşlı kadın ayaklarını sürüye sürüye köylüyü kulübeye götürmüştü. Sonrasında da yol boyunca karşılaşmak istemediği tek şeyle karşılaşmıştı. Kadıncağız başını öne eğmiş, parmak uçlarıyla oynuyordu. Yüzündeki ifadeden anlatırken tüm gördüklerini tekrar yaşadığı belliydi. Ama şimdi farklı bir sonucu vardı. Oğlu, kocasının mirası karşısındaydı. Eve dönüş yolunu köylünün koluna girmiş yürürken canını alsın diye yalvardığı Allah’a şimdi evladına kavuştuğu için şükrediyordu. Elinden gelse bebekliğindeki gibi iki göğsünün arasına saklayacaktı. Yerinden kalkıp oğlunu yanına gitti, başını ellerinin arasına alıp, saçlarını öptü. Sigara içen adam olsa da, gözünde hala dünkü çocuktu. Yanına oturup elini oğlunun dizine koydu. - Rabbime şükürler olsun. Saklarım burda seni gayrı. Geceleri bahçeye çıkarsın. Gündüzleri uyursun. Oduna ben giderim. Yoksa köylü işgillenir. Kırılmamış getiririm, sen bahçede kırarsın. Olmaz mı Mehmet’im? Harp bitince de döndü deriz, geldi deriz senin için. Olmaz mı? Mehmet sigarasını söndürdü. Yapıp yapamayacağına, incelmiş bileklerine, çatlamış ellerine bakmadan annesi onu köylüden saklamak için oduna gitmekten, kırılmamış kütüğü sırtında taşımaktan söz ediyordu. Yutkunup, gaz lambasının zayıf ışığında başını çevirip anasının gözlerinin içine baktı. Kendi gözleri annesininkinden daha ıslaktı. - Olmaz Ana, dedi Mehmet. Tüm memleket harp içindeyken, çocuklar babasız, analar ersiz kalırken, olmaz. Rabbim boşuna yakmadı o kulübeyi. Eğer gitmezsem bu ev içinde kor olur yanarım. Gençken taşırım da gün geçtikçe kaldırmaz yüreğim ana. Erken yaşlanır senden önce ölürüm. Rabbim boşuna yakmadı kulübeyi. Bu sefer olmaz… Annesi taş kesilmiş, beti benzi atmış, tüm yüzü bembeyaz olmuştu. Ne söyleyeceğini ne diyeceğini bilemeden sustu. Ellerini bağrına koyup tekrar ağlamaya başladı. Dudaklarının arasında sıktığı dişleri görünüyor, ona bunu yaşatan kaderi dişleriyle ısırıp parçalamak istiyordu. Sabahki gibi bir çığlık daha atabilse canını oracıkta teslim edebileceğinden emindi ama köylü duyar, eve üşüşür Mehmet’ini görür diye yapamadı. Bir erini yıllar önce dağa kurban etmişti, şimdi canının kalan parçası gavur kurşununa karşı durmaya gitmekten konuşuyordu. Mehmet ayağa kalktı, yüklüğü açtı. Yorganların arasında durduğunu bildiği babasından kalan parkayı üzerine geçirdi. Oturduğu yerde dizlerinin üzerine eğilmiş, elleri kendini boğdu boğacak anasının önünde diz çöktü. Ellerini avuçlarına aldı.

Benim yıldız gözlü anam. Dilleri güzel sözlü anam. Kalk hadi ağlama, böyle gönderme beni. Hatırladığım güzel yüzün olsun. Ben gideyim ki benden sonrakiler gitmesin. Haydi kalk sil gözlerini. Memleket bekler...

Ana oğul sarılıp birbirlerinin kokusunu içlerine çektiler. Ne kadar o şekilde durduklarını ikisi de hiçbir zaman bilemedi. Mehmet doğruldu, kendisiyle birlikte annesini de ellerinden tutup kaldırdı. Çizmelerini giyip dışarı çıktılar. Çiçeklere çiğ düşmüş, çam ağaçlarının kokusu etrafa yayılmıştı. Birlikte bahçe kapısına doğru yan yana yürüdüler. Annesi bir eliyle göğsünü dövüyor, kim bilir içinden hangi ağıtları yakıyor ama konuya komşuya duyurmamak için söyleyemiyor, konuşamıyordu. Annesi Mehmet’in avucuna bir mendil içinde kına koydu. Islatıp yakmak istese gözyaşlarından başka etrafta su yoktu. Oğlunu iki gözünden öptü, Mehmet annesine sarıldı saçlarını kokladı, ellerini öptü. - Beni duanla kulübenin yangınından korudun canım anam düşmanın ateşinden de koru. Hakkını helal et. - Helal olsun aslanım. Helal olsun…

5 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page